Esrarengiz Ev

Çocukken hatırlıyorum, sokakta oynarken en merak ettiğimiz şeylerden biri de dış duvarları sarmaşıklarla kaplanmış, içinde gizemli kişilerin yaşadığı ya da yaşadığını sandığımız evler, binalardı. Bazen o binadan çıkan birini gördüğümüzde hemen bir yere saklanıp izlerdik. Sonra da o kişiyi hemen yargılar ve ona “deli” demeye başlardık.

Aramızdan biri mutlaka o evler ve kişilerle ilgili türlü türlü hikayeler uydurur, gizemi daha da büyütürdü. “Biliyor musun, o ev var ya…”

Artık hayaletler mi, cinayetler mi, delilikler mi… Ne istersen… Büyük çocuklar küçüklere anlatır, küçük çocuklar da o öyküleri unutmayıp büyüyünce arkadan gelenlere anlatabilmek için zihinlerine kazır, içlerindeki korkuyu da büyüttükçe büyütürlerdi. 

Çocukluk biraz da acımasızlık…

Yıllar sonra bu yaşımda Petros Markaris’in Eskiden Çok Eskiden adlı kitabını okuduğumda anladım o eski evlerin pek çoğunun hazin hikayesini. Neden İstanbul’un pek çok sokağında neredeyse terkedilmiş en az bir ev olduğunu…

“Ne yazık ki bu kitabın artık baskısı yok.” yazmıştım ki bir de baktım, yeniden basılmış. Çok sevindim, çok.

***

Hafta sonu için en güzel şey çizgi roman okumaktır. Bu hafta sonunu da Desen yayınlarından çıkan Breena Hard imzalı, Göldeki Evin Gizemi ile geçirdim. 

Göldeki Evin Gizemi’nin konusu şöyle:

Gabby ve ailesi göl kenarındaki evlerine tatile gidiyorlar. Gabby yazmaya meraklı, o sıralar da polisiye bir roman yazmak peşinde. Yan komşularının kızı Paige ile birlikte çevrelerindeki terk edilmiş malikaneye gizlice giriyorlar ve Gabby’nin romanına malzeme olacak pek çok şey keşfediyorlar. Kafalarında evde işlenmiş bir cinayet kurguluyorlar, onu büyüttükçe büyütüyorlar, kendileri de inanmaya başlıyorlar. Aslında ortada işlenmiş bir cinayet yok. Hepsi onların kafasında. 

Kitabın Amazon.com’daki yaş grubu 8-12 yaş olsa da ben içinde cinayet konusu geçtiği için 10+ yaş üstü için önermek isterim. Tabii çizgi roman seven büyükler de sevebilir. Ben çok severek okudum.

 Kitabın trailerı için buraya tıklayabilirsiniz.

***

Esrarengiz evlerden söz etmişken Yekta ve Levent’in çizgi romanları SARMAŞIK’ı da unutmamak gerek!

Sarmaşık’ın trailerı için

Yazıdaki kitaplara ulaşmak için Yalvaç Abi Kitabevi sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Herkese iyi okumalar!

Elizabeth Zott, Barbie, Billie Jean King ve daha niceleri…

Elizabeth, bugün bitirmekte olduğum kitabın kahramanı. O, 1960’larda tamamı erkeklerden oluşan bir araştırma enstitüsünde, hiç de eşitlikçi olmayan şartlarda çalışmak zorunda bırakılan bir kimyager. Karşılaştığı sorunlara bakarsak sistem onu evinde oturmaya, çocuk bakmaya ve her türlü yok sayılmaya maruz bırakıyor. Ancak güçlü karakterimiz fark yaratmayı başarıyor. Kitabı okumak isteyenler için sürprizi bozmamak adına kitapla ilgili arka kapakta yazandan daha fazla bilgi vermeyi düşünmüyorum. Ama kendini hızlıca okutan bir kitap.

İnsanın içinde, kendimizi çoğu zaman frenlediğimiz dünyada yapabildiğimizden daha fazlasını hayal edip, istediklerimizi yapmak üzere harekete geçmemize neden olacak bir güç yaratıyor. Goodreads’te En İyi ilk Roman (2022), Amazon’da En İyi Roman (2022) seçilip, New York Times’ın çok satanlar listesinde uzun süre (bir yıldan uzun) birinci olmayı başarmış bu kitap, Bonnie Garmus imzalı Bir Kimya Meselesi. Kitabın dizisi de pek yakında Apple Tv’de olacak.

(Bir Kimya Meselesi, Yazan: Bonnie Garmus, Çeviren: Filiz Sarıalioğlu, Altın Kitaplar) Kitabı satın almak için bu linki kullanabilirsiniz.

Kitapta bizim Elizabeth, kimyagerken kendini aniden TV’de bir yemek programının sunucusu olarak buluyor. Neyse detaya girmeyelim. Kitabın 361. sayfasında programın yapımcısı Walter, “Mattel kız çocuklarına yönelik bir kimya seti için tarifname bile gönderdi…” deyince aklım varoluş krizleriyle başa çıkmaya çalışan Barbie’ye gitti hemen. Filmi geçen hafta izledim. İzlerken çok eğlendiğim yerler oldu. Ama filmin benim için puanı 10 üstünden 6.9. Bazı kısımları çok sıkıcı ve klişe buldum.

Filmden çok etkilenmesem de kendisine minnettarım. Çünkü yeniden blogum Kabartma Tozu‘na bakmama (Yıllar önce Barbie’yle ilgili şöyle bir yazı yazmışım.) ve hatta bu yazıyı yazmama vesile oldu. “Garmus’un kitapta sözünü ettiği kimya seti acaba Barbie ile ilgili olabilir mi, yok yok 1957 yılında piyasaya sürülen bu bebek (resmi doğum günü 9 Mart 1959), nasıl olur da çıktığı yıllarda hemen meslek sahibi olmayı başarır, o olamaz…” diye kendi kendime düşünürken ufak bir araştırma sonrasında edindiğim bilgiler beni bambaşka yerlere götürdü.

Barbie ilk mesleğine 1960 yılında kavuşmuş. Ama moda tasarımcısı olarak. Daha sonrasında sırasıyla hostes(1961), diplomalı hemşire(1961), balerin(1961), tenis oyuncusu(1962), kolej mezunu(1963), kariyer kadını(1963) olarak kutulanıp raflara çıkmış. Ama ancak 6 yıl önce, 2017 yılında Barbie arkasında periyodik cetvelin bulunduğu laboratuvarda çalışan bir bilim insanına dönüşmüş.

Barbie’nin kariyer evrimini görmek için tıklayın.

Çocukken benim için düz Barbie’nin anlamı başkaydı. Onu istediğim mesleğe sokmak benim kararımdı. Asla ama asla -tıpkı şu an topuklu ayakkabılarla arası barışık olmayan ben gibi- o minik incecik bantlı topuklu terliklerle oynamazdım. Çünkü benim Barbie’m havalı mesleklerini icra ederken o terliklerin teki hep kaybolurdu. O yüzden benim Barbie’m (çünkü bir, iki belki de üç ama kesinlikle daha fazla değillerdi) spor ayakkabı ve topuksuz çizmeyle gezerdi. İşte bu yüzden olacak ki o çift bantlı Birkenstock’lu Barbie filmin sonunda beni hiç etkilemedi. Onu da moda uğruna yaptığına, filmin bir ürün yerleştirmesi olduğuna emin. :)))

Bir yazı yazarken internette başka yazılar arasında oradan oraya zıplarken yazının kendi yönünü belirlemesine bayılıyorum.

Fotoğrafta 1962 yılında tenis oyuncusu olan Barbie’yi görüyoruz. Barbie belli ki tenise yeni başlıyor, çünkü elinde bir de tenis kuralları kitabı var. Bu bir kariyere dönüşecek mi yoksa zevk için mi oyunuyor bilinmiyor o zamanlar… Ama kuşkusuz pek çok kız çocuğunu etkilemiş bu oyuncak. Bu oyuncağın çıkışından tam 11 yıl sonra yaşananlar ise bu etkiyi zafere taşıyacak cinsten.

1960ların sonlarında tenis maçları televizyonda yayımlanmaya başlayınca, yöneticiler ve erkek sporcular, kadın sporculara bu gösterimlerden elde edilen reklamlardan pay vermek istememiş. Bunun üzerine aralarında Billie Jean King’in de bulunduğu 9 kadın sporcu kendilerine Orijinal 9 adını vererek bir kampanya başlatmışlar. Daha sonra erkek tenisçi Bobby Riggs’in, kadınlarla erkekler arasındaki farkı göstermek için Billie Jean’a maç teklif etmesi tarihe Battle of Sexes(Cinsiyetler Savaşı) olarak geçecek bir olayın yaşanmasına neden olmuş. Elbette Bobby o maçı kaybetmiş.

Cinsiyetler savaşında, tarihe adını 3-0 başarısıyla yazdıran, Billie Jean King’in şu satırlarının herkese ilham vermesi dileğiyle…

“Biz bir hayalin peşinden gittik ve sporumuz için basit bir vizyonumuz vardı: Dünyanın herhangi bir yerinde doğmuş herhangi bir kız çocuğu, eğer yeterince iyiyse, rekabet etme, başarılarıyla tanınma ve geçimini oynayarak kazanma fırsatına sahip olmalıydı. Ve vizyonumuzun gerçeğe dönüştüğünü görmek için yaşadık.”

Billie Jean King ile ilgili yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.

Centilmence İmzalanmış Saygısızlık Anlaşması

“Halbuki terbiyeli olmak, insanın insanlığa karşı borcudur. İnsanlar “efendi” oldukları nispette, birbirleriyle anlaşır ve bağdaşırlar.”

Doğan Kardeş Yayınları’na ait 1962 tarihli Çocuklar için Görgü adlı bir kitap geçti elime. Bu cümleler o kitaptan.

“Bazı kimseler, terbiyenin, yalnız zenginlerde bulunması gerektiğini sanır. Ne yazık ki, bu düşünce, bazı çevrelerde o kadar benimsenmiştir ki, “halk çocuğu” olduklarını ispat için terbiyesiz olmayı marifet sayanlar bile vardır.”

FullSizeRender

***

Bir süredir neden sırada durma alışkanlığından yoksun olup, beklemeyi bilmediğimiz hakkında kafa yoruyorum. Bundan bir kaç yıl önce, kasa önündeki kuyruklar hakkında konuştuğum bir Caffè Nero yetkilisi; “…evet evet çok haklısınız, biz bir türlü kuyrukta beklemek istemiyoruz. Hemen sıkılıyoruz. Oysa Londra şubelerimizi görseniz upuzun kuyruklar oluyor, kimse şikayet etmeden bekliyor…” demişti. İtiraz etmedim. Haklıydı. Evet biz neden bekleyemiyorduk?

***

Yer: Umimi bir kadınlar tuvaleti. İçeri giriyorum. 9 tuvalet. Ana kapının önünde tek sıra halinde bekliyoruz. Bir kadın bizi hızla bizi yararak aramızdan geçiyor ve gidip 9 kapının birinin önünde duruyor. Dayanamıyorum, soruyorum: “Hayrola?” Kadının yanıtı hazır: “Tuvaletlerin kapısının önünde sıraya girilir. Bu ne böyle kuyruk gibi…” “Tombala çekmiyoruz burda,” demek istiyorum, “hepimiz sıramızı bekliyoruz. Kuyruktayız.”

Aslında bundan 19 yıl önce değişim öğrencisi olarak gittiğim Belçika’da, günlüğüme ilk not ettiğim ayrıntılardan biri bu. “Burda tuvaletlerde tek bir kuyruk oluyor.” Belli ki işitmişim ben de birinden azarı. Ama sonra öğrenmişim.

 ***

Yer: Sokaktaki sıralanmış atmelerin önü. Önümde işlem yapan biri var. Aramızda en az üç kişinin sığabileceği kadar bir mesafe bırakıp beklemeye başlıyorum. Arkadan gelenler önce sırada olup olmadığımı soruyor. Sonra geçiyor benim arkama, ve beklemeye başlıyor. Ama benim önümdekiyle arama koyduğum mesafenin onda biri yok arkamda. Ben önümdekime özgürlük alanı tanıdığım için mutluyum. Ama arkamdaki mutsuz. Niye daha fazla ilerlemediğim üzerine bir sürü söz sıralıyor. Yandaki bankamatiklere bakıyorum. Gözümün önüne ipe dizili boncuklar geliyor. Bunun nedeni nedir diye sormadan edemiyorum. Çocukluğumuz hep kutu kutu pense oynarak geçtiği için mi? Acaba gerçekten birbirimize değmeden yapamıyor muyuz? Sıra bana geliyor. Arkamı dönüyorum, zatem kollarım arkamdakine çarpıyor. O kadar dibimdeki…“Ya bi git…” demek istiyorum. Ama yalnızca oflayıp, pufluyorum.

***

Arabada gidiyorum. Yol daralıyor. Sokakta büyük bir market var. Ve malum yürümek bizim için yalnızca büyük markaların fosforlu giysilerini giyip hareket etmek. Yoksa günlük yaşam içinde yürümekten pek hoşnut değiliz. Zira arabamızı hep en yakın mesafeye park etmek istiyoruz. Yani genelde otopark olmayan bir yere. Yani akıp giden bir trafiğin tam ortasına. Ve trafik akarken, bir anda önümdeki sürücü olduğu yerde durup markete girmek istiyor. Dayanamıyorum ellerimle hareketler yapıyorum, “ne yapıyorsun?” demek istiyorum. Adam gayet sakin bana akıl veriyor: “Geç git,” diyor. İyi de ben karşıdan gelenin yoluna tecavüz etmek istemiyorum. Sen de benimkine etme.

***

Yer: Metro. Vagona binmek üzereyim. Tam o sırada arkamdan iki kişi koşarak gelip iki yanımdan hızla içeri giriyor. Sormak istiyorum: “Hayrola, nereye?” Zaten kalabalık olan metro iyice tıkış tıkış olduğu için, binmişken hemen geri dışarı çıkıyorum.  Ben dışarda söyleniyorum. Onlar içerde. “Saygısızlar,” diyorum.

***

Arkadaşım arıyor. Açıyorum: “Alo? Canım Merhaba,” diyorum. Diyorum ama karşıdan başka bir kişiye hitaben gelen sözler duyuluyor. Ben, heralde yanlış aradı diye düşünürken: “Bir dakika Burcu,” deyip yanındakiyle konuşmaya devam ediyor. Tek yorumum var: “Hönnk!”

***

Kitabevinde duruyorum. İçeri giren telaşlı anne almak istediğini seçtikten sonra hemen başlıyor, “yalnız benim vaktim yok,” Hiç yorum yapmıyorum.

Belli ki herkesin kendi arasında imzaladığı bir saygısızlık anlaşması var. Centilmence imzalanmış. “Bak gel anlaşalım benim sabrım yok, senin sabrın yok! İkimizde saygısız olalım, birbirimize kırılmayalım.” Devran böyle.

Ama bir dursak iki dakika. Bir düşünsek. Sonuçta bu telaşla kimsenin dünyayı kurtarmadığı belli. Yoksa dünya çok daha iyi kalpli bir yer olurdu. Yanlış mı?

Komik Sözler, Minik Gözler

Biri beş yaşında bir erkek, diğeri dört yaşında bir kız çocuğu. Kitabevinde karşılaştılar. Belli ki tanışıyorlar. Kız annesiyle, oğlan babasıyla. Kız çocuğu kütüphane raflarının kenarına asılı duran denizkızını girer girmez fark etti. Hemen aldı. Onu gören oğlan aynı denizkızından bulamayınca kitabevi görevlisine “Başka var mı?” diye sordu. Aldığı olumsuz yanıt onu üzmüştü. Düşündü. Sonra kıza dönerek yalvarır gözlerle denizkızını kendisine verip veremeyeceğini sordu. Kızın belli ki o kadar umurunda değil. Ne de olsa evinde bir dolu kız kahramanı daha var. Arkadaşına verdi hemen elindekini. Mutlu erkek çocuğu babasıyla birlikte kasaya doğru yaklaştı ve sordu: — Acaba bunun kuyruğu çıkıyor mu? Satış görevlisi yanıt verdi: — Hayır. Ama sakın onu denizde yüzdürme sonra seni bırakıp gider. Oğlan biraz düşündükten sonra tekrar sordu: — Acaba sizde satılık büyük bir havuz var mı?

*     *     *

Yurtdışı ziyaretlerimin ilk durağı hep kitabevleridir. Yalnızca yeni çıkan çocuk kitaplarını değil, kitapların sergileniş biçimlerinden, müşterilerin mağaza içindeki hallerine kadar pek çok şeyi incelerim. Bu ziyaretlerden birinde “Weird Things Customers Say In a Bookstores / Müşterilerin Kitabevlerinde Söyledikleri Tuhaf Şeyler” adlı bir kitap dikkatimi çekmişti. Adından da anlaşılabileceği gibi kitabın içinde kitabevine gelen müşterilerin ağızlarından çıkan ilginç sözler var. Size iki örnek vereyim: Müşteri: — At bakımı hakkında bir kitap arıyorum. Kitapçı: — Doğa bölümümüze bakın lütfen. Müşteri: — Aslında aradığım şey Tekboynuz bakımıyla ilgili, ama ikisi arasında pek fark yok nasıl olsa.

*     *     *

Çocuk: — Anne, bu kitabı alabilir miyiz? Anne: — Git babana sor. Bakalım alacak mı? Çocuk: — Baba! Annem eğer bu kitabı almazsan bu gece onunla aynı yatakta yatamayacağını söyledi.

*     *     *

Okurken çoğuna şaşırıyor insan. Ama birebir içerdeyken daha neler neler duyuyor. Bizim kitabevinde duyduğum komik sözlerden ben de sizlere bir seçki oluşturdum. Müşteri: -Bu kitabın boyu kaç santim acaba? Sizde cetvel var mı? Bizim kütüphaneye sığmaz sanırım bu.

*     *     *

  Dört yaşlarında bir kız çocuğu, kapının hemen yanındaki kurbağa heykeline bakar ve sonra bir anda gözlerini kısarak annesine gülümser: — Onu öptüüüüm. Beklentisinin ne olduğunun farkında mısınız?

*     *     *

“Hoşgeldin Prenses, nasılsın?” diye karşılanan 4 yaşındaki bir kız çocuğu sinirlenerek satış görevlesine şöyle der: — Ben prenses değilim, Ada’yım ben.

*     *     *

Plastik figürlerin durduğu kovayı karıştıran 3 yaşındaki bir oğlan eline Büyücü Merlin’i alır ve şöyle sorar: — Anneeeee, bu dedenin ninesi nerde?

Ayı Olmayan Ayı

AYI OLMAYAN AYI   Geçenlerde ilkokul arkadaşım Emrah, elinde bir on kadar kitapla bizim yayınevine uğradı. Habitus yayınevi çocuk kitapları alanına da el attı. Bakalım nelerle karşılaşacağız?! Bu arada o gün hızlıca bir istatistik yaptım. İlkokul arkadaşlarımdan pek çoğu benim gibi yayıncılık sektöründe çalışıyor. Bunu çok şanslı bir durum olarak görüyorum. Demek ki bu meslek benim yalnızca genetik kodlamamda yok. İlkokulda bize verdikleri eğitimin de payı var kuşkusuz. Emrah’ın bana getirdiği kitaplardan biri de Radikal Baba adlı derleme.   radikalbabaon-235x300 Radikal Baba’da çeşitli yazarların, bloggerların babalık üzerine deneyimleri yer alıyor. Sayfaları karıştırdıkça insanın karşısına şu sorular çıkıyor: Eşitlikçi ebeveynlik nasıl olur? Katılımcı baba olmak ne demek? Babalıkta ataerkil bir yapı şart mıdır? Evde roller değişse de yeni doğan nasıl anneyi tercih eder? Daha bir dolu soru. Bu soruları sormanıza neden olan yazıları yazanlarsa ise sperm bağışçısı bir baba, transcinsel bir baba, evlat edinmiş bir baba, biyolojik bir baba, bulunduğu toplumda kimlik olarak dışlanan bir baba… Kimlikler dillendikçe, annelik ve babalık özlemi aynı kalsa da aile de şekil değiştiriyor. O gün Emrah ile ebeveynlik üzerine uzun uzun konuştuk. Çok yakın çevrenizde bile kendi varoluşunu çocuklarının üzerinden kurgulayan mutsuz ebeveynler mutlaka vardır. Pek çoğunun tersine Emrah bebeği sayesinde dünyadan nasıl koptuğunu ama yaşama da birey olarak nasıl yaklaştığı anlattı. Yaz tatiliyle birlikte pek çok okul çocuklara okuma öneri listeleri veriyor. Bu sene de listelere göz attım. Zaten yıl boyu okulun dayatmasıyla kitap okuyan çocuklar yazın sizce ne kadar istekli kitap okuyorlar? Okumayanlar zaten okumuyor. Okumaktan hoşlananlar ise en azından tatilde kendi seçtikleri şeyleri okumak istiyor. Özellikle İstanbul’da çocuklara ait kitabevlerinin sayıları her geçen gün artıyor. Bu çok sevindirici bir haber. Çocukların içinde zaman geçirebilecekleri mekanlar artıkça, kitaplara olan ilgileri de artıyor. Bazen fuarlarda çocuklarının okuyacağı kitapları onlardan önce okuyan ya da onlar adına seçen anne ve babalara rastlıyorum. Bu kontrolün bir sonu yok. Elbette kontrolsüzlüğü de savunmuyorum. Ancak benim aklıma takılan konu şu: Okumaktan hoşlanmayan anne ve babaların, çocuklarının okuyacakları kitaplar üzerinde söz sahibi olmaları ne derece doğru? Yanlış anlaşılmasın kitapları seçmesinler demiyorum. Yalnızca kendileri de okusunlar diyorum. Bence çocukların okuma alışkanlığı kazanmaları sağlamak bir yana, önce yetişkinler üzerinde çalışmalar yapılmalı. Doksan yaşındaki Samiş, kendisini ziyarete gittiğimde bana geçmişinden bir şeyler anlatırken kişi isimleri vermiyor sürekli “Süpürge Hanım” ve “Faraş Bey”den söz ediyordu. Süpürge Hanım ile Faraş Bey’in çocuklarının isimleri ne olur diye düşünüyorum kaç gündür. Ancak henüz bir şey bulamadım. Önerilere de açığım. Bizim Süpürge’nin dört yaşındaki kızı geçenlerde şöyle demiş: “Anne, bu evler ne kadar güzel! Sanki biz bir masaldayız ve biri de bizi okuyor.” Bu sözün üzerine yorumsuz kalmak sanırım her annenin en doğal hakkı. ayiolmayanayionkapak-20130815074252 Başlık: Yazının başlığı: Ayı Olmayan Ayı. Son dönemlerin en beğendiğim kitaplarından birinin adı. Hayy kitap’tan geçen sene çıktı. Animasyoncu Frank Tashlin’in (1913-1972) yazıp resimlendirdiği Ayı Olmayan Ayı, kendisine dayatılan bir kimlikle varolmaya çabalayan bir ayının öyküsünü basit cümlelerle olabildiğince rahat bir şekilde anlatıyor. Her okuyuşumda kısa bir animasyon seyrediyorum gibi de hissediyorum. Tashlin animasyon bilgisini çizimlerde konuşturuyor. Karlarla kaplı bir ormanın ortasında kış uykusuna yatan bir ayı, bahar gelip de uyandığında kendini bir fabrikanın ortasında buluyor. Ustabaşı, hemen işinin başına dönmesi için uyarıyor onu. Ayı, her ne kadar ayı olduğunu o fabrikada çalışmadığı anlatmaya çalışsa da bir türlü kimseyi inandıramıyor.

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.

Yukarı ↑