Bu ne kadar? 40 kabuk!

Daha önceki yazılarımı takip edenler bilir. 96-97 yılları arasında Belçika’nın Lennik adlı kasabasına değişim öğrencisi olarak gitmiştim. Ağustosun ilk haftası, 8 yıl aradan sonra (programdan döndükten sonra sık sık gitmeme rağmen 8 yıl gibi uzun bir ara vermişim) orayı ziyarete gittim.

Gezim sırasında yakın bir arkadaşımın ailesine ait Oostduinkerke’deki yazlık eve gittik.

İstanbul Film Festivali’nde Copacabana‘yı izledikten sonra Belçika sahili ile ilgili bir yazı yazmıştım. Şans bu ki bu sene o sahilde uzun uzun yürüme şansım oldu. (Yazı için bkz. Oostende’ye yolculuk…)

İşte Oostduinkerke ile ilgili izlenimlerim:

Uçsuz bucaksız bir kumsalı var. Gelgit çok fazla. Bu resim sabahın çok erken saatinde çekilmiş olduğu için deniz oldukça uzakta görünüyor. Denizin bu hareketinden dolayı, bu gelgit bölgesinde su epeyce bulanık. Ayrıca çok da dalga var. Yani çok yüzülebilir bir deniz değil. Katamaran adı verilen tekneler sabahın erken saatinde denize açılıp, gün boyu bir aşağı bir yukarı gidip geliyor.

Hava genelde rüzgarlı. Bu nedenle yarım rüzgar çadırları ve kazıklara sarılı brandalar en çok göze çarpan şeyler.

Şemsiyelilere daha az rastlanıyor. İşte, yan kabin komşumuz.

Arkadaki büyük binada kaldım. Bu bölgede evi olanlar, sahildeki kabinleri sezonluk olarak kiralıyorlar. Böylece branda, şezlong vs. gibi şeyleri taşımak gibi bir dert oluşmuyor. Zaten herkes yanındaki kabin komşusunu bir önceki yıldan tanıyor. O nedenle yanyana kabin sahipleri aynı anda geldi mi bir curcuna oluyor ki sormayın.

Kenarları tırtıklı bu midye kabukları pek değerli. Onları değerli kılan tüm Belçika sahilinde ticarette kullanılmaları. En küçüğünden en büyüğüne herkes bu midye kabuklarından biriktiriyor.

Sahilde bu kabuklarla ne yapılır demeyin. İşte bir dükkan. Evet, kabuklar elişi kağıdından yapılan çiçekleri satın almak için. Resimdeki dükkan sahibi nerede  derseniz… Başka dükkanlara yeni çiçekler almaya gitmiş olmalı. Bu çiçekleri yetişkinler yapıyor.

Hatta bu konuda bir de kitap yapılmış. Hem bu gelenek anlatılıyor, hem de farklı çiçek yapım şekilleri.

İşte bir başka çiçekçi.

İşte ticaret anı. Alıcı çiçeği göstererek kaç kabuk olduğunu soruyor. Elindeki kırmızı kova cüzdanı. Yerde kumlara gömülü kalıplardan birini ters çevirerek satıcının istediği miktarı saymaya başlıyor.

Bu kadar basit birşey nasıl büyük bir değer haline geliyor, insan şaşırıp kalıyor. Bizim sahil şeridimiz Belçika’nınkinin kaç katı ve biz böyle değerler yaratmıyor sahillerimizi kirletiyoruz.

Oostduinkerke’de yapılacak bir başka şey, sabah erkenden deniz kenarına gidip karides avcılarını izlemek. İşte, bunu görmek için erken kalkan insanlar.

Ağlarını atıp, atlarıyla suda dolaşan üç karides avcısı.

Genç avcı, ağını açıyor. Balıklar ve karidesler çevreye saçılıyor.

Böyle bir günün akşamında karidesli domates dolması yenir…

…ve elbette ona frenk üzümü eşlik eder.

Oostende’ye yolculuk…

İstanbul film festivali neredeyse kapanacak. Oysa ben size daha açılış filminde söz etmedim.

Copacabana (2010, yön: Marc Fitoussi)


Copacabana’nın   notu düşük olsa da, kalbimdeki yeri başka. Film Oostende’ye çalışmaya giden Babou’nun (Isabelle Huppert) öyküsünü anlatıyor.

Oostende, Belçika’nın topu hepi 70 km sahil şeridinde bulunan bir kent. Kıyı şeridi bu kadar dar olunca, herkes bu bölgedeki kentlerde mülk sahibi olmak istiyor haliyle. Bir taraf sahil. Öteki taraf yüksek yüksek apartmanlar… Bir nevi bir zamanların ünlü tatil beldesi Kumburgaz gibi. Zaten Babou’nun buradaki işi de devremülk satmak. Onun filmdeki keşfiyle anladığımız birşey: Buraya en çok ilgi gösterenler İngilizler.

Gelelim Belçika ve sahil şeridinin benim için olan önemine. 1996-1997 yılları arasında, 11 ay, Brüksel’e 20 km uzaklıktaki Lennik kasabasına değişim öğrencisi olarak gitmiştim. 18 yıl denizle dip dibe yaşamış bir İstanbullu olarak, 11 ay kalmak üzere gittiğim bu ülkede yalnızca 70 km’lik bir nefes alanın olduğunu öğrendiğim anda da, gördüğüm ilk deniz manzarasıyla da kuçaklaşmıştım.

Belçika’nın sahil şeridine ilk gidişim, oraya varışımın hemen ikinci günündeydi. Ünlü JULES DESTROOPER bisküvilerinin 100 yılını kutlamak için düzenlenen festivale gitmiştik. Logosu size tadı kadar tanıdık gelebilir. Artık burada da bazı süper marketlerde satılıyor bu wafel şeklindeki bisküvilerden.

Filmde Babou’nun hayali, kazandığı paralarla Brezilya’ya gitmek. Sonunda Brezilyalı bir dans topluluğuyla bu hayalini gerçekleştirir. Avrupalılar, Güney Amerika Kültürü’ne her zaman ilgi gösterir. Bu vurgu filme de çok sık var: Oostende’ye Brezilya Dans Topluluğu’nun gelmesi, Babou’nun bu kültüre ilgi göstermesi, kızının düğününe Brezilyalı dansçılar götürmesi… Bu yazıyı yazmak amacıyla Belçika yılım boyunca üzerine çizip, yazıp, biletler ya da fotoğraflar yapıştırdığım günlüğümü kurcaladım. Jules Destrooper 100. yıl festivali’nin programı çıktı karşıma. Programında RUNACUNA Chileense folkloremuziek (Şili halk müziği) yazdığını görmek filmle arama bir bağ daha kurdu.

Eklemeden geçmek istemediğim bir başka konu da Babou’nun sevgilisi Bart (Jurgen Delnaet) ile ilgili. Belçika’ya ilk gittiğimde çok şaşırmıştım. Neredeyse karşılaştığım herkesin adı Bart’tı. Buna evlerine misafir gittiğim ailenin büyük oğlu da dahil. O zamana kadar bir tek Simpsons’da duymuştum ben bu adı. Filmde Bart’ın Babou’yu reddediş tarzı da bana tam ‘işte, yaa evet’ dedirtti. Babou’nun kendisiyle ilgili bir gelecek düşünmediğini, kendisiyle yalnızca gönül eğlendirdiğini hisseden Bart (yani ilişkinin erkek tarafı) ilişkiyi bitirmeye karar veriyor. Bu kadar mı Avrupa, bu kadar mı Belçika kokar bir ilişki?!

Bu kentin benim için bir önemi de, 1996 yılının Oostende Modern Sanatlar Müzesi’nde (PMMK) açılan sergiye yaptığım ziyarettir (oradaki ailem olmasa bunu kendim keşfedemezdim tabii). Sergi, Belçikalı 5 önemli ressama ev sahipliği yapmıştı. Bu ressamlar Ensor, Spilliaert, Permeke, Magritte ve Delvaux.

JAMES ENSOR

Babası İngiliz, annesi Oostendeli James Ensor’un. Onun Les Bains a’ Ostende (flm. De baden van Oostende) ‘Oostende plajı’ adlı bu resmi aklımdan hiç çıkmaz. Ensor, ailesi yine bu kentte hediyelik eşya dükkanı işleterek ve yazın gelen turistlere oda kiralayarak geçiniyor o dönemde. Bu nedenle de, sahil karmaşası Ensor’un çok iyi bildiği bir görüntü. İnternette resmin daha yüksek çözünürlükte olmaması çok yazık. Ama bir fırsatını bulup mutlaka tamamına göz atın. Saatlerce kendinizi detayların içinde kaybedebilirsiniz.

Bu yazıyı yazarken oraları ne kadar özlediğimi bir kere daha hissettim. Şimdi oralarda olup şöyle bol meyveli bir pankek (Pannenkoek met verse fruchten) yemek kim istemez ki?!

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑