“Halbuki terbiyeli olmak, insanın insanlığa karşı borcudur. İnsanlar “efendi” oldukları nispette, birbirleriyle anlaşır ve bağdaşırlar.”
Doğan Kardeş Yayınları’na ait 1962 tarihli Çocuklar için Görgü adlı bir kitap geçti elime. Bu cümleler o kitaptan.
“Bazı kimseler, terbiyenin, yalnız zenginlerde bulunması gerektiğini sanır. Ne yazık ki, bu düşünce, bazı çevrelerde o kadar benimsenmiştir ki, “halk çocuğu” olduklarını ispat için terbiyesiz olmayı marifet sayanlar bile vardır.”
***
Bir süredir neden sırada durma alışkanlığından yoksun olup, beklemeyi bilmediğimiz hakkında kafa yoruyorum. Bundan bir kaç yıl önce, kasa önündeki kuyruklar hakkında konuştuğum bir Caffè Nero yetkilisi; “…evet evet çok haklısınız, biz bir türlü kuyrukta beklemek istemiyoruz. Hemen sıkılıyoruz. Oysa Londra şubelerimizi görseniz upuzun kuyruklar oluyor, kimse şikayet etmeden bekliyor…” demişti. İtiraz etmedim. Haklıydı. Evet biz neden bekleyemiyorduk?
***
Yer: Umimi bir kadınlar tuvaleti. İçeri giriyorum. 9 tuvalet. Ana kapının önünde tek sıra halinde bekliyoruz. Bir kadın bizi hızla bizi yararak aramızdan geçiyor ve gidip 9 kapının birinin önünde duruyor. Dayanamıyorum, soruyorum: “Hayrola?” Kadının yanıtı hazır: “Tuvaletlerin kapısının önünde sıraya girilir. Bu ne böyle kuyruk gibi…” “Tombala çekmiyoruz burda,” demek istiyorum, “hepimiz sıramızı bekliyoruz. Kuyruktayız.”
Aslında bundan 19 yıl önce değişim öğrencisi olarak gittiğim Belçika’da, günlüğüme ilk not ettiğim ayrıntılardan biri bu. “Burda tuvaletlerde tek bir kuyruk oluyor.” Belli ki işitmişim ben de birinden azarı. Ama sonra öğrenmişim.
***
Yer: Sokaktaki sıralanmış atmelerin önü. Önümde işlem yapan biri var. Aramızda en az üç kişinin sığabileceği kadar bir mesafe bırakıp beklemeye başlıyorum. Arkadan gelenler önce sırada olup olmadığımı soruyor. Sonra geçiyor benim arkama, ve beklemeye başlıyor. Ama benim önümdekiyle arama koyduğum mesafenin onda biri yok arkamda. Ben önümdekime özgürlük alanı tanıdığım için mutluyum. Ama arkamdaki mutsuz. Niye daha fazla ilerlemediğim üzerine bir sürü söz sıralıyor. Yandaki bankamatiklere bakıyorum. Gözümün önüne ipe dizili boncuklar geliyor. Bunun nedeni nedir diye sormadan edemiyorum. Çocukluğumuz hep kutu kutu pense oynarak geçtiği için mi? Acaba gerçekten birbirimize değmeden yapamıyor muyuz? Sıra bana geliyor. Arkamı dönüyorum, zatem kollarım arkamdakine çarpıyor. O kadar dibimdeki…“Ya bi git…” demek istiyorum. Ama yalnızca oflayıp, pufluyorum.
***
Arabada gidiyorum. Yol daralıyor. Sokakta büyük bir market var. Ve malum yürümek bizim için yalnızca büyük markaların fosforlu giysilerini giyip hareket etmek. Yoksa günlük yaşam içinde yürümekten pek hoşnut değiliz. Zira arabamızı hep en yakın mesafeye park etmek istiyoruz. Yani genelde otopark olmayan bir yere. Yani akıp giden bir trafiğin tam ortasına. Ve trafik akarken, bir anda önümdeki sürücü olduğu yerde durup markete girmek istiyor. Dayanamıyorum ellerimle hareketler yapıyorum, “ne yapıyorsun?” demek istiyorum. Adam gayet sakin bana akıl veriyor: “Geç git,” diyor. İyi de ben karşıdan gelenin yoluna tecavüz etmek istemiyorum. Sen de benimkine etme.
***
Yer: Metro. Vagona binmek üzereyim. Tam o sırada arkamdan iki kişi koşarak gelip iki yanımdan hızla içeri giriyor. Sormak istiyorum: “Hayrola, nereye?” Zaten kalabalık olan metro iyice tıkış tıkış olduğu için, binmişken hemen geri dışarı çıkıyorum. Ben dışarda söyleniyorum. Onlar içerde. “Saygısızlar,” diyorum.
***
Arkadaşım arıyor. Açıyorum: “Alo? Canım Merhaba,” diyorum. Diyorum ama karşıdan başka bir kişiye hitaben gelen sözler duyuluyor. Ben, heralde yanlış aradı diye düşünürken: “Bir dakika Burcu,” deyip yanındakiyle konuşmaya devam ediyor. Tek yorumum var: “Hönnk!”
***
Kitabevinde duruyorum. İçeri giren telaşlı anne almak istediğini seçtikten sonra hemen başlıyor, “yalnız benim vaktim yok,” Hiç yorum yapmıyorum.
Belli ki herkesin kendi arasında imzaladığı bir saygısızlık anlaşması var. Centilmence imzalanmış. “Bak gel anlaşalım benim sabrım yok, senin sabrın yok! İkimizde saygısız olalım, birbirimize kırılmayalım.” Devran böyle.
Ama bir dursak iki dakika. Bir düşünsek. Sonuçta bu telaşla kimsenin dünyayı kurtarmadığı belli. Yoksa dünya çok daha iyi kalpli bir yer olurdu. Yanlış mı?