Centilmence İmzalanmış Saygısızlık Anlaşması

“Halbuki terbiyeli olmak, insanın insanlığa karşı borcudur. İnsanlar “efendi” oldukları nispette, birbirleriyle anlaşır ve bağdaşırlar.”

Doğan Kardeş Yayınları’na ait 1962 tarihli Çocuklar için Görgü adlı bir kitap geçti elime. Bu cümleler o kitaptan.

“Bazı kimseler, terbiyenin, yalnız zenginlerde bulunması gerektiğini sanır. Ne yazık ki, bu düşünce, bazı çevrelerde o kadar benimsenmiştir ki, “halk çocuğu” olduklarını ispat için terbiyesiz olmayı marifet sayanlar bile vardır.”

FullSizeRender

***

Bir süredir neden sırada durma alışkanlığından yoksun olup, beklemeyi bilmediğimiz hakkında kafa yoruyorum. Bundan bir kaç yıl önce, kasa önündeki kuyruklar hakkında konuştuğum bir Caffè Nero yetkilisi; “…evet evet çok haklısınız, biz bir türlü kuyrukta beklemek istemiyoruz. Hemen sıkılıyoruz. Oysa Londra şubelerimizi görseniz upuzun kuyruklar oluyor, kimse şikayet etmeden bekliyor…” demişti. İtiraz etmedim. Haklıydı. Evet biz neden bekleyemiyorduk?

***

Yer: Umimi bir kadınlar tuvaleti. İçeri giriyorum. 9 tuvalet. Ana kapının önünde tek sıra halinde bekliyoruz. Bir kadın bizi hızla bizi yararak aramızdan geçiyor ve gidip 9 kapının birinin önünde duruyor. Dayanamıyorum, soruyorum: “Hayrola?” Kadının yanıtı hazır: “Tuvaletlerin kapısının önünde sıraya girilir. Bu ne böyle kuyruk gibi…” “Tombala çekmiyoruz burda,” demek istiyorum, “hepimiz sıramızı bekliyoruz. Kuyruktayız.”

Aslında bundan 19 yıl önce değişim öğrencisi olarak gittiğim Belçika’da, günlüğüme ilk not ettiğim ayrıntılardan biri bu. “Burda tuvaletlerde tek bir kuyruk oluyor.” Belli ki işitmişim ben de birinden azarı. Ama sonra öğrenmişim.

 ***

Yer: Sokaktaki sıralanmış atmelerin önü. Önümde işlem yapan biri var. Aramızda en az üç kişinin sığabileceği kadar bir mesafe bırakıp beklemeye başlıyorum. Arkadan gelenler önce sırada olup olmadığımı soruyor. Sonra geçiyor benim arkama, ve beklemeye başlıyor. Ama benim önümdekiyle arama koyduğum mesafenin onda biri yok arkamda. Ben önümdekime özgürlük alanı tanıdığım için mutluyum. Ama arkamdaki mutsuz. Niye daha fazla ilerlemediğim üzerine bir sürü söz sıralıyor. Yandaki bankamatiklere bakıyorum. Gözümün önüne ipe dizili boncuklar geliyor. Bunun nedeni nedir diye sormadan edemiyorum. Çocukluğumuz hep kutu kutu pense oynarak geçtiği için mi? Acaba gerçekten birbirimize değmeden yapamıyor muyuz? Sıra bana geliyor. Arkamı dönüyorum, zatem kollarım arkamdakine çarpıyor. O kadar dibimdeki…“Ya bi git…” demek istiyorum. Ama yalnızca oflayıp, pufluyorum.

***

Arabada gidiyorum. Yol daralıyor. Sokakta büyük bir market var. Ve malum yürümek bizim için yalnızca büyük markaların fosforlu giysilerini giyip hareket etmek. Yoksa günlük yaşam içinde yürümekten pek hoşnut değiliz. Zira arabamızı hep en yakın mesafeye park etmek istiyoruz. Yani genelde otopark olmayan bir yere. Yani akıp giden bir trafiğin tam ortasına. Ve trafik akarken, bir anda önümdeki sürücü olduğu yerde durup markete girmek istiyor. Dayanamıyorum ellerimle hareketler yapıyorum, “ne yapıyorsun?” demek istiyorum. Adam gayet sakin bana akıl veriyor: “Geç git,” diyor. İyi de ben karşıdan gelenin yoluna tecavüz etmek istemiyorum. Sen de benimkine etme.

***

Yer: Metro. Vagona binmek üzereyim. Tam o sırada arkamdan iki kişi koşarak gelip iki yanımdan hızla içeri giriyor. Sormak istiyorum: “Hayrola, nereye?” Zaten kalabalık olan metro iyice tıkış tıkış olduğu için, binmişken hemen geri dışarı çıkıyorum.  Ben dışarda söyleniyorum. Onlar içerde. “Saygısızlar,” diyorum.

***

Arkadaşım arıyor. Açıyorum: “Alo? Canım Merhaba,” diyorum. Diyorum ama karşıdan başka bir kişiye hitaben gelen sözler duyuluyor. Ben, heralde yanlış aradı diye düşünürken: “Bir dakika Burcu,” deyip yanındakiyle konuşmaya devam ediyor. Tek yorumum var: “Hönnk!”

***

Kitabevinde duruyorum. İçeri giren telaşlı anne almak istediğini seçtikten sonra hemen başlıyor, “yalnız benim vaktim yok,” Hiç yorum yapmıyorum.

Belli ki herkesin kendi arasında imzaladığı bir saygısızlık anlaşması var. Centilmence imzalanmış. “Bak gel anlaşalım benim sabrım yok, senin sabrın yok! İkimizde saygısız olalım, birbirimize kırılmayalım.” Devran böyle.

Ama bir dursak iki dakika. Bir düşünsek. Sonuçta bu telaşla kimsenin dünyayı kurtarmadığı belli. Yoksa dünya çok daha iyi kalpli bir yer olurdu. Yanlış mı?

Komik Sözler, Minik Gözler

Biri beş yaşında bir erkek, diğeri dört yaşında bir kız çocuğu. Kitabevinde karşılaştılar. Belli ki tanışıyorlar. Kız annesiyle, oğlan babasıyla. Kız çocuğu kütüphane raflarının kenarına asılı duran denizkızını girer girmez fark etti. Hemen aldı. Onu gören oğlan aynı denizkızından bulamayınca kitabevi görevlisine “Başka var mı?” diye sordu. Aldığı olumsuz yanıt onu üzmüştü. Düşündü. Sonra kıza dönerek yalvarır gözlerle denizkızını kendisine verip veremeyeceğini sordu. Kızın belli ki o kadar umurunda değil. Ne de olsa evinde bir dolu kız kahramanı daha var. Arkadaşına verdi hemen elindekini. Mutlu erkek çocuğu babasıyla birlikte kasaya doğru yaklaştı ve sordu: — Acaba bunun kuyruğu çıkıyor mu? Satış görevlisi yanıt verdi: — Hayır. Ama sakın onu denizde yüzdürme sonra seni bırakıp gider. Oğlan biraz düşündükten sonra tekrar sordu: — Acaba sizde satılık büyük bir havuz var mı?

*     *     *

Yurtdışı ziyaretlerimin ilk durağı hep kitabevleridir. Yalnızca yeni çıkan çocuk kitaplarını değil, kitapların sergileniş biçimlerinden, müşterilerin mağaza içindeki hallerine kadar pek çok şeyi incelerim. Bu ziyaretlerden birinde “Weird Things Customers Say In a Bookstores / Müşterilerin Kitabevlerinde Söyledikleri Tuhaf Şeyler” adlı bir kitap dikkatimi çekmişti. Adından da anlaşılabileceği gibi kitabın içinde kitabevine gelen müşterilerin ağızlarından çıkan ilginç sözler var. Size iki örnek vereyim: Müşteri: — At bakımı hakkında bir kitap arıyorum. Kitapçı: — Doğa bölümümüze bakın lütfen. Müşteri: — Aslında aradığım şey Tekboynuz bakımıyla ilgili, ama ikisi arasında pek fark yok nasıl olsa.

*     *     *

Çocuk: — Anne, bu kitabı alabilir miyiz? Anne: — Git babana sor. Bakalım alacak mı? Çocuk: — Baba! Annem eğer bu kitabı almazsan bu gece onunla aynı yatakta yatamayacağını söyledi.

*     *     *

Okurken çoğuna şaşırıyor insan. Ama birebir içerdeyken daha neler neler duyuyor. Bizim kitabevinde duyduğum komik sözlerden ben de sizlere bir seçki oluşturdum. Müşteri: -Bu kitabın boyu kaç santim acaba? Sizde cetvel var mı? Bizim kütüphaneye sığmaz sanırım bu.

*     *     *

  Dört yaşlarında bir kız çocuğu, kapının hemen yanındaki kurbağa heykeline bakar ve sonra bir anda gözlerini kısarak annesine gülümser: — Onu öptüüüüm. Beklentisinin ne olduğunun farkında mısınız?

*     *     *

“Hoşgeldin Prenses, nasılsın?” diye karşılanan 4 yaşındaki bir kız çocuğu sinirlenerek satış görevlesine şöyle der: — Ben prenses değilim, Ada’yım ben.

*     *     *

Plastik figürlerin durduğu kovayı karıştıran 3 yaşındaki bir oğlan eline Büyücü Merlin’i alır ve şöyle sorar: — Anneeeee, bu dedenin ninesi nerde?

Ayı Olmayan Ayı

AYI OLMAYAN AYI   Geçenlerde ilkokul arkadaşım Emrah, elinde bir on kadar kitapla bizim yayınevine uğradı. Habitus yayınevi çocuk kitapları alanına da el attı. Bakalım nelerle karşılaşacağız?! Bu arada o gün hızlıca bir istatistik yaptım. İlkokul arkadaşlarımdan pek çoğu benim gibi yayıncılık sektöründe çalışıyor. Bunu çok şanslı bir durum olarak görüyorum. Demek ki bu meslek benim yalnızca genetik kodlamamda yok. İlkokulda bize verdikleri eğitimin de payı var kuşkusuz. Emrah’ın bana getirdiği kitaplardan biri de Radikal Baba adlı derleme.   radikalbabaon-235x300 Radikal Baba’da çeşitli yazarların, bloggerların babalık üzerine deneyimleri yer alıyor. Sayfaları karıştırdıkça insanın karşısına şu sorular çıkıyor: Eşitlikçi ebeveynlik nasıl olur? Katılımcı baba olmak ne demek? Babalıkta ataerkil bir yapı şart mıdır? Evde roller değişse de yeni doğan nasıl anneyi tercih eder? Daha bir dolu soru. Bu soruları sormanıza neden olan yazıları yazanlarsa ise sperm bağışçısı bir baba, transcinsel bir baba, evlat edinmiş bir baba, biyolojik bir baba, bulunduğu toplumda kimlik olarak dışlanan bir baba… Kimlikler dillendikçe, annelik ve babalık özlemi aynı kalsa da aile de şekil değiştiriyor. O gün Emrah ile ebeveynlik üzerine uzun uzun konuştuk. Çok yakın çevrenizde bile kendi varoluşunu çocuklarının üzerinden kurgulayan mutsuz ebeveynler mutlaka vardır. Pek çoğunun tersine Emrah bebeği sayesinde dünyadan nasıl koptuğunu ama yaşama da birey olarak nasıl yaklaştığı anlattı. Yaz tatiliyle birlikte pek çok okul çocuklara okuma öneri listeleri veriyor. Bu sene de listelere göz attım. Zaten yıl boyu okulun dayatmasıyla kitap okuyan çocuklar yazın sizce ne kadar istekli kitap okuyorlar? Okumayanlar zaten okumuyor. Okumaktan hoşlananlar ise en azından tatilde kendi seçtikleri şeyleri okumak istiyor. Özellikle İstanbul’da çocuklara ait kitabevlerinin sayıları her geçen gün artıyor. Bu çok sevindirici bir haber. Çocukların içinde zaman geçirebilecekleri mekanlar artıkça, kitaplara olan ilgileri de artıyor. Bazen fuarlarda çocuklarının okuyacağı kitapları onlardan önce okuyan ya da onlar adına seçen anne ve babalara rastlıyorum. Bu kontrolün bir sonu yok. Elbette kontrolsüzlüğü de savunmuyorum. Ancak benim aklıma takılan konu şu: Okumaktan hoşlanmayan anne ve babaların, çocuklarının okuyacakları kitaplar üzerinde söz sahibi olmaları ne derece doğru? Yanlış anlaşılmasın kitapları seçmesinler demiyorum. Yalnızca kendileri de okusunlar diyorum. Bence çocukların okuma alışkanlığı kazanmaları sağlamak bir yana, önce yetişkinler üzerinde çalışmalar yapılmalı. Doksan yaşındaki Samiş, kendisini ziyarete gittiğimde bana geçmişinden bir şeyler anlatırken kişi isimleri vermiyor sürekli “Süpürge Hanım” ve “Faraş Bey”den söz ediyordu. Süpürge Hanım ile Faraş Bey’in çocuklarının isimleri ne olur diye düşünüyorum kaç gündür. Ancak henüz bir şey bulamadım. Önerilere de açığım. Bizim Süpürge’nin dört yaşındaki kızı geçenlerde şöyle demiş: “Anne, bu evler ne kadar güzel! Sanki biz bir masaldayız ve biri de bizi okuyor.” Bu sözün üzerine yorumsuz kalmak sanırım her annenin en doğal hakkı. ayiolmayanayionkapak-20130815074252 Başlık: Yazının başlığı: Ayı Olmayan Ayı. Son dönemlerin en beğendiğim kitaplarından birinin adı. Hayy kitap’tan geçen sene çıktı. Animasyoncu Frank Tashlin’in (1913-1972) yazıp resimlendirdiği Ayı Olmayan Ayı, kendisine dayatılan bir kimlikle varolmaya çabalayan bir ayının öyküsünü basit cümlelerle olabildiğince rahat bir şekilde anlatıyor. Her okuyuşumda kısa bir animasyon seyrediyorum gibi de hissediyorum. Tashlin animasyon bilgisini çizimlerde konuşturuyor. Karlarla kaplı bir ormanın ortasında kış uykusuna yatan bir ayı, bahar gelip de uyandığında kendini bir fabrikanın ortasında buluyor. Ustabaşı, hemen işinin başına dönmesi için uyarıyor onu. Ayı, her ne kadar ayı olduğunu o fabrikada çalışmadığı anlatmaya çalışsa da bir türlü kimseyi inandıramıyor.

Mr Gwyn – Alessandro Baricco

417907_2

 

Yeni yıl yeni düşünceleri, yeni kararları ve yeni uygulamaları da beraberinde getirir. 1 Ocak sabahına farklı bir birey olarak uyanacağına inanmayan neredeyse yok gibidir.

Oysa Alessandro Baricco’nun Türkçe’de yeni yayımlanan kitabının anakarakteri Mr Gwyn öyle yeni yılı filan bekleyemiyor. Bir gün aniden karar veriyor ve arada sırada yazılarını gönderdiği Guardian’a bir hafta sonra yayımlanmak üzere bir metin gönderiyor. Bu metinde yazarın artık yapmaktan vazgeçtiği elli iki şeyin listesi, ki bunların arasında da artık kitap yazmamak ve yayımlatmamak, var.

Öncelikle Mr Gwyn’i biraz tanıyalım. Kendisi uluslararası alanda tanınan ve sevilen Londralı bir yazar. Kimseyle bir sorunu yok. Telif hakları ajansıyla arası iyi. Onu başarılı, sakin, herkes kadar takıntılı biri olarak tanımlamak en uygunu olacaktır.

Peki ama böyle popüler, sevilen ve beğenilen bir kişi, nasıl olur da tam mesleğinin doruk noktasındayken aniden ortadan kaybolmaya karar verebilir? Onun yaşadığı pek çok yazarın da başına gelen bir tür fazla görünür olma ya da üretememe bunalımı değil.

Onun kararı çok keskin. O, telif hakları ajansı Tom Bruce Shepherd’ın ısrarlarına, adresine gönderilen yeni baskı sözleşmelerine, hayran mektuplarına aldırmıyor, hepsini görmezden geliyor. Önce bir süre emeklilik yaşamı sürüyor, sonra da yepyeni bir şey yapmaya, kopyacı olamaya, karar veriyor. Daha açık bir dille Mr Gwyn, artık yaşamını tanımadığı insanların portrelerini yazarak kazanmak istiyor. Bunun için hemen bir stüdyo kiralıyor, Tom’un aslında kendisini gözetlemesi için görevlendirdiği Rebecca’yı asistanı olarak işe alıyor ve portrelerini yazmaya başlıyor.

Okur, Mr Gwyn’in kırılgan dünyasına girdiğinde, ona sıkıntı veren şeyin ne olduğunu aramadan edemiyor. İnsanın ilk olarak aklına onu sürekli arayarak bezdiren, yaptığı işe geri dönmesi için ısrar eden ajansı Tom geliyor. Bir yazarın üzerindeki ajans ve yayıncı baskısının varlığı tartışılmaz. Yazarın kaleminden çıkan edebi eser, ajansının ve yayıncının eline geçtiğinde ticari bir mala dönüşürken, o ticari malı kitabevinden satın alan okur onu tekrar edebi bir esere dönüştürmeye çabalar. Elbette para kazanmak, ticari bir mal üretmek dürtüsüyle yazanlar da var ama onlar şu anda tamamen konumuz dışında.

Baricco bir konuşmasında meslek olarak kendine yazma eylemini seçen kişinin, bu işi neden yaptığına dair sorulan sorulara yıllar içinde farklı farklı yanıtlar verebileceğini söylüyor. Başlarda yazar ailesini, okurları, öteki yazarları etkilemek için yazarken, yıllar içinde bütün bunların kaybolduğunu ve yazarın kendi yazma eylemini yapış şekline vurulduğunu belirtiyor. Bakın o okuma ve yazma eylemlerini birbirinden şöyle ayırıyor: “Hayatımızı değiştirdiği; bizi gerçeğe yaklaştırdığı; bize pek çok şey öğrettiği; içinde kendimizi, hislerimizi bulduğumuz için kitap okuyoruz. Oysa yazma eylemini yalnız tek bir düşünceyle yapıyoruz, gerçekten tek bir şey için, ne daha azı ne de daha fazlası… Yazıyoruz çünkü yazmak evrendeki nadir olanı, ruhumuzdaki değerli olanı seçip çıkarmaktır ve bu işi yaparken ellerimizi kullanıyoruz ve akıl almaz güzellikteki başka malzemeleri de; dili, sözcükleri, sözcüklerin tınısını, öykünün soluğunu. Ellerimizle çalışmak hoşumuz gidiyor. Çünkü bütün bunlarla bir insan aklının neleri yapabileceğine şahit olmak ve bir ustanın, ki bu kişi o anda biziz, lezzetini bir şekilde ifade etmek istiyoruz.”

Mr Gwyn, tertemiz, duru bir kitap. Baricco’nun yalın ama akıcı dili okuru bir çırpıda içine çekiyor. Okur, Mr Gwyn’in ne kadar kırılgan olduğunu okumaya başladığı ilk satırlardan anlıyor ve bu masalsı yolculuk boyunca onu bir kez daha küstürmemek için elinden geleni yapıyor.

Aslında kitapla ilgili yazılabilecek daha pek çok ayrıntı var. Mr Gwyn’in Camden Town’lu bir ustaya yaptırdığı stüdyodaki sırayla sönen ampuller, yazdığı portreler ve bu portrelerin sahiplerinin yaşamları… Okurla Mr Gwyn arasındaki bağı koparıp, Gwyn’i incitmemek için bütün bunları saklı tutmak çok yerinde olacak.

Mr Gwyn’e ulaşmak için: http://www.canyayinlari.com/tanim.asp?sid=HBNXTXVOPG1GLBVQJBFJ

Beni Kapuska İle Barıştıran Kadın

Aslında her yemeği severim. Dopdolu bir masada öncelikli olarak tercih edeceklerim vardır ama yemem dediğim şey bugün 35 yaşımda pek yok.

Bu seneye kadar vardı… Çocukluğumun iki kabus yemeği yumurtalı fasulye ve etli kapuskaydı.

Meğer kapuska dünyanın en lezzetli şeyiymiş…

Bütün hikaye Karen Le Billon ve Kobo Books‘ta onun kitabı “French Kids Eat Everything”le tanışmamla başladı.

FrenchKids FINAL US Cover[1]

Karen Kanadalı, kocası ise Fransız. İki çocukları olunca kocasını Fransa’ya dönmeye ve doğduğu kasabaya yerleşmeye ikna ediyor. Gel görki Fransa’daki mutfak-yemek düzeni Kanada’dakinden çok farklı, uzun süre oraya uyum sağlamakta zorluk çekiyor. Hem kendisi hem de çocukları…

Düşünsenize rokfor yiyen 9 aylık bebekler, iki saat öğlen yemeği molası veren eğitim kurumları, sürekli iyi yemek yeme üzerine komşularla yapılan sohbetler, atıştırmalıkların ve aburcuburların yasak olduğu okullar…

İnsan okurken etkileniyor. Ne yalan söyliyeyim Karen’in uyum sağlamaktaki çabasına hayran kaldım. Arada insanı çileden çıkarabilecek ailevi önyargılar, diretmeler yaşasa da aslında bunlara tek bir amaç için dayanıyor: Çocuklarına sağlıklı beslenmeyi öğretmek için.

Anne-babalara yazılmış bir kitaptan sen ne ders çıkardın diye soracak olursanız eğer…

FrenchKids Food Rules color no isbn

Karen’in buzdolabının üzerine yapıştırdığı bazı kurallar var. Bunları sizin için yukarıya yapıştırdım.

Çocuğunuz bir yemeği sevmediğinde ona söyleyeceğiniz şey çok basit:

“Sevmedin mi? Üzülme, yeterince denemediğin için sevmemişsindir. Bir kaç kez yersen tadını daha çok seversin.”

Bunun altını kafamda çizdim ve ben kapuskayı neden sevmiyorum diye kendi kendime düşünmeye başladım.

Ortaya çıkan sonuç ne mi? Bu durumu bir tepki olarak geliştirdiğimi anladım. Çünkü etli lahana sarma çocukluğumdan beri en çok sevdiğim yiyecektir.

Şimdi söyler misiniz, etli lahana sarmasının kıymalı  kapuskadan ne farkı var?

Sonuç? Akşam yine kapuska var 🙂 !

Kitabı okurken Karen ile sürekli yazıştık ve işte karşınızda yeni bir kabarmış röportaj

KLB photo dusty rose outfit 640 px[1]

Kitabınızı ilk olarak hava limanındaki kitapçıda görmüştüm. Çocuk sahibi olmama rağmen başlığıyla hemen dikkatimi çekti. “French Kids Eat Everything”… Evet gerçekten de Fransız çocuklar öteki çocuklardan farklı olarak ne yiyorlar? Fransa’ya ilk gittiğinizde sizi en çok ne şaşırtmıştı?

Karen Le Billon: Fransız çocukların farklı bir beslenme anlayışı var. Bunun en büyük kanıtı her gün okul menülerinde çocuklara sunulan yiyecekler. Bütün bunların üzerine paylaşımda bulunduğum bir blogum var. Fransa’ya ilk gittiğimizde en çok neye mi şaşırdım? Fransa’da çocuklar yeni yiyecekler deneme konusunda çok açık görüşlüler ve biz Kuzey Amerikalılara tuhaf gelecek pek çok gıda yiyorlar. Örneğin rokfor peyniri.

Kitabınızı okurken, çevremdeki anneleri çaktırmadan biraz sorguladım ve yiyecek konusunun ne kadar hasas bir konu olduğunu anladım.  Pek çok kişi bu konuda çekingen davranıyor. Sizin tüm tecrübelerinizi açıklıkla payaşmanız çok güzel. Çok açık görüşlü olduğunuzu düşünüyorum. Bu kitabı yazmaktaki amacınız neydi? Kocanızın ailesinin kitaba yaklaşımı nedir? Çünkü içinde onları anlattığınız pek çok bölüm var. 

Karen Le Billon: Ailemdeki gelişmelerin olumlu yönde olması bu kitabı yazma cesaretini göstermemi sağladı. Böylece yiyecek sorunu yaşayan başka ailelere örnek olabileceğiz. Kitap Fransa’daki yiycek alışkanlıklarını sürekli öven, en olumlu halin (ki öyle değil) o olduğunun altını çizen bir tavır sergilemiyor. Fransa’daki durumdan yola çıkarak kendinize, başka ülkelere, en uygun durumu bulmanıza olanak sağlıyor.

Ailem kitaba bayıldı! Başka insanları bizim hikayemizden bir şeyler öğrenecek olması bizi heyecanlandırıyor.

Fransa’ya taşınmadan önce ailenizdeki yemek alışkanlıklarıyla ilgili düşünceleriniz neydi? Çocuklarınızın yedikleri sizi üzüyor muydu? Durumun farkında mıydınız? Yoksa Fransa’ya gidince mi bunu fark ettiniz?

Karen Le Billon: Çocukların yedikleri konusunda oldukça endişeliydim. Birşeyler yapmak istiyordum; ama ne yapabileceğimi bilemiyordum. Çocuklarımın ‘ne’ yemesi gerektiğini biliyordum ama yemelerini ‘nasıl’ sağlayacağımı bilmiyordum. Fransa’da yaşamak bunu nasıl yapabileceğimi bana gösterdi, yiyecek konusunda çocukları nasıl eğitmem gerektiğini öğrendim. Kızlarımın okulda sunulan yiyeceklere gösterdikleri uyum ve kocamın ailesiyle bir aradayken gösterdikleri çaba bu konuda gelişme kaydedebileceklerine dair bana umut verdi.

Kitabın başladığı bölgede tamamlanması çok güzel. Bize kendi yiyecek kurallarımızı kendimizin oluşturabileceğini ve gelişimin yalnızca Fransa ile sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Karen Le Billon: Evet, haklısınız. Geleneksel yemek kültürünün yüceltilebileceği pek çok hal var. Herkes sağlıklı beslemek için Fransızlar gibi yemek yemek zorunda değil. Hikaye çok basit bir şekilde sağlıklı beslenme anlayışını  kendi yemek kültürüne  nasıl uyarlayabilir onu anlatıyor. Başka kültürlerin, örneğin İtalya, Japonya ya da Hindistan, paylaşacak pek çeok şeyi var.
Fransız okullarının çocukların yiyecek alışkanlığı edinme konusundaki çabaları gerçekten takdire değer. Yalnızca ailenin çabası  çocuğun mutlu ve iyi yemek yemeyi öğrenmesine yeterli olur mu? Çocukların yiyecek alışkanlıkları kazanmasında okulun rolü nedir?
Karen Le Billon: Çok önemli! Bu nedenle okullardaki yiyecek alışkanlıkları üzerine blog yazıyorum (Geçen sene Ayın Jamie Oliver Food Revolution blogger’ı seçildi). Pek çok aile tarafından bunu evde tek başına uygulamak çok zor. Birlikte hareket etmek gerekiyor ve burada okullara büyük rol düşüyor.

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: